Yazı kategorisi: Genel

Heart of Darkness(Karanlığın Yüreği)- Joseph Conrad

Herkese merhaba. Yine modernizmin önemli yazarlarından Joseph Conrad’ın “Heart of Darkness” (Karanlığın Yüreği) adlı kitabından bahsedeceğim bu yazımda sizlere. Wordsworth Classics yayınlarından okuduğum bu kitapta Heart of Darkness’a ek olarak iki adet hikaye bulunmakta. Bunlardan ilki Heart of Darkness’a geçmeden hemen önce karşılaştığımız, Heart of Darkness’ın ana karakteri Charlie Marlow tarafından anlatılan “Youth (Gençlik)” ve diğeri de “The End of the Tether”. Bu baskıda şimdilik sadece Heart of Darkness’ı okumama rağmen bu üç hikayenin bir arada verilmesinin bir amacı var. The Youth’ta genç bir adamın Doğu’ya ilk yolculuğunu, o tazeliği tadarken Heart of Darkness’ta acıyı ve kederi, The End of the Tether’da da yıpranmışlığı gözlemliyorsunuz. O yüzden belki de bu üç hikayeyi art arda ve sindirerek okumak sizlere daha iyi bir okuma tecrübesi sunabilir.

Emperyalizmin, ırkçılığın, kolonileşmenin ve köleleştirmenin karanlık yüzünü bizlere gösteren Heart of Darkness’ta olayları, Thames Nehri’ne demir atmış ve denizin çekilmesini bekleyen The Nellie adlı filikada, Marlow’un anlattıklarına kulak veren bir kişinin gözlerinden görüyoruz gibi gözükse de kitabın asıl anlatıcısı Marlow.  Conrad’ın Lord Jim ve Chance adlı kitaplarının da anlatıcısı olan Marlow, Heart of Darkness’ta filikadaki arkadaşlarına fildişi ticareti yapan bir şirkete nasıl tekne kaptanı olarak alındığını ve Kongo Nehri üzerinden Kongo’ya olan yolculuğunu, bu yolculuk sırasında şirketin bölgenin yerlilerine karşı olan acımasız davranışlarını ve onları köle gibi çalıştırıp nasıl sömürdüklerini anlatır. Aslında Marlow’un başından geçen tüm bu olaylar Joseph Conrad’ın 1890’da Kongo’yu ziyaretinde yaşadıklarının yansıması bizlere. Sömürgeciliğin kurbanı Polonya’da doğup büyüyen Conrad, tıpkı Marlow gibi Belçika’da bir ticari şirket tarafından Kongo’daki koloniye görevlendiriliyor fakat asıl görevi gemi kaptanlığı olmamasına rağmen dönüş yolculuklarında gemi kaptanının hastalanması üzerine dümeni eline almak mecburiyetinde kalıyor. Kongo’ya yolculuğu sırasında hem fiziksel hem de ruhsal sağlığı oldukça bozuluyor şahit olduğu manzaralar yüzünden Conrad’ın. İşkenceler, katliamlar… Karanlık bir dünyayla karşı karşıya kalıyor Conrad ve çocukluğundan beri bu tür sömürüleri tecrübelemiş biri olarak Kongo’da gördüklerini yazıya döküyor. Afrikada’dan dönüşünden 8 yıl sonra, 1898 yılında yazdığı bu hikayeye kadar Kongo’daki koloninin kurucusu Belçika Kralı II. Leopold’ın ve oraya gönderilen kişilerin yerli halka yaptığı zulümler ve hatta katliamlar bastırılmaya ve gizlenmeye çalışılıyor. Sömürgeciliğin ve vahşetin sesi olan Conrad sayesinde birçok insan daha önce hiç görmedikleri Kongo yerlilerinin yaşadığı işkenceleri hissediyor içlerinde, hiç görmedikleri bu karanlık dünyanın yüreğine doğru bir yolculuğa çıkıyor. İçlerinde gitgide büyüyen bu karanlık ve husursuzluk hissi kendilerine de anlamsız, yalnız ve boş bir hayat yaşadıklarını hatırlatıyor. Hayatın acımasız döngüsünde değersizleşen, yitip giden benliklerini geri kazanmak için bir savaş veriyorlar. Yani aslında bu sadece Kongo’ya değil kişilerin kendi iç dünyalarına da yaptıkları bir yolculuk.

Kitaptaki en önemli temalardan birisi olan deliliği, yabancı bir bölgede neredeyse yalnızlığa terk edilen Mr. Kurtz adlı karakterde gözlemliyoruz. Onun geçmişine dair elimizde pek bilgi olmamasına rağmen şirket tarafından Kongo’ya gönderildikten sonra daha fazla fildişi elde etmek adına yerli halkı nasıl sömürdüğünü Marlow’dan dinliyoruz. Kitabın 3. kısmına kadar görüşmemiş olmalarına rağmen etrafındaki birçok insandan Kurtz’ün ne kadar mükemmel ve başarılı biri olduğuna dair duydukları sonucunda Kurtz Marlow için bir saplantı haline geliyor. İçine karanlık bir bulut gibi çöken Kurtz’le içsel konuşmalar yapıyor ve bu mükemmel insanla gerçek dünyada karşılaşabilmek, onun sesini duyabilmek için yanıp tutuşuyor. Fakat içten içe zehirliyor Kurtz onu. İçinde devamlı Kurtz’ün de son sözleri olan “The horror! The horror!” (Korku! Korku!) çığlığını duyması, kendinin de bir çukura gömüldüğünü hissetmesi ve sonrasında hastalanışı Kurtz’ün Marlow’un iç dünyasında yaşamaya devam ettiğini gösteriyor bizlere. Marlow kitabın başlarından beri Kurt’ün deliliğinden bahsediyor ve yaptığı o vahşetlere ve zulümlere şahit oldukça bizler de Kurtz’den nefret ediyoruz. Fakat şirketin onu sosyal çevresinden, nişanlısından uzakta, yabancı bir bölgede yalnızlığına terk etmesi ve davranışlarından dolayı hesap verecek kimsesinin olmaması, Marlow’un tahminlerine göre belki de fakirliğin yarattığı hırsla fildişi ticaretini hayatının en önemli parçası haline getirmesi, şirketin sürekli olarak onun methodlarını uygunsuz bulması ve Kongo’da edindiği bilgilere ulaşmak için ellerinden gelen yola başvurmaları gibi nedenlerden Kurtz değil asıl suçlunun şirket olabileceğini de gösteriyor bizlere Conrad. Bu durumda da kimin suçlu olduğuna karar vermek siz okurlara düşüyor.

Citizen Kane’deki Charles Foster Kane karakterine, modern insanın içindeki boşluğu, I. Dünya Savaşı’nın ardından derin bir umutsuzluğa kapılan Avrupa toplumunu anlatan T.S. Eliot’un 1925’te yayınladığı “The Hollow Men”(İçi Boş Adamlar) şiirine —”Mistah Kurtz – he dead.” — ve daha birçok filme ve kitaba ilham olan Heart of Darkness, Nijeryalı yazar Chinua Achebe gibi birçok kişi tarafından da eleştiri almış. Achebe kitabın Afrika yerlilerini aşağıladığını, xenophobianın (yabancılardan nefret etme) kitap boyunca hissedildiğini ve kitapta Afrika’nın, Avrupa’nın ve Batı medeniyetinin zıttı olarak gösterildiğini dile getirmiş. Achebe’ye Afrika yerlilerinin daha geri plana atıldığı ve vahşi olarak gösterildikleri için aşağılandığı konusunda katılıyorum. Kitapta kimlerin daha vahşi olduğunu apaçık bir şekilde gördüğümüzü düşünüyorum. Fakat yukarıda da bahsettiğim üzere Afrika yerlileri, Kongo’da yaşanan vahşetler ve sömürgecilik düzenine karşı insanları bilgilendirdiği, onların bu düzene karşı bakış açılarını değiştirmesini ve onlarda farkındalık yaratmayı sağladığı için Heart of Darkness’ı çok değerli bir kitap olarak görüyor ve bir an önce okumanızı tavsiye ediyorum. Yazımı sonuna kadar sabırla okuyan herkese teşekkür ederim. Sevgiyle kalın, sağlıklı kalın.

“I have wrestled with death. It is the most unexciting contest you can imagine. It takes place in an impalpable greyness, with nothing underfoot, with nothing around, without spectators, without clamour, without glory, without the great desire of victory, without the great fear of defeat, in a sickly atmostphere of tepid scepticism, without much belief in your own right, and still less in that of your adversary.”

Türkçesi: “Ölümle boğuştum. Düşünebileceğiniz en yavan, en heyecansız mücadeledir bu. Elinizle tutup kavrayamayacağınız bir bulanıklığın içinde, ayağınızı basacağınız bir zemin ve çevresinde hiçbir şey olmayan, izleyiciden, gürültüden, şan ve şöhretten, o büyük kazanma ve zafer arzusundan, büyük mağlubiyet korkusundan yoksun, donuk, hissiz bir kuşkuculuğun hastalıklı ortamında, kendi çaba ve becerinize pek inancınız olmadan ve hatta hasmınızın çabasına daha da az inanarak yaşanan bir mücadele.”

Yazar:

Sadece kitaplar üzerine... | METU FLE

Yorum bırakın