
Herkese merhaba. E.M. Forster’ın “A Room with a View” (Manzaralı Bir Oda) adlı kitabından bahsedeceğim bu yazımda sizlere. Bu kitap yazarın okuduğum ilk kitabıydı ve akıcılığı, etkileyici üslubuyla beni daima kalbinde tutan bir kitap oldu. Adeta odamın penceresinden doğanın o güzel manzarasını izler gibi izledim Edward döneminin kalbinde, Kraliçe Victoria’nın ölümünden hemen sonraki bu yaklaşık 10 yıllık süreçte gerçekleşen olayları. Kraliçe Victoria’nın 63 yıllık hakimiyetinden sonra İngiltere’nin nasıl bir havaya büründüğünü, 19. yüzyıl kadınının toplumdaki yerinin bu yeni asıra geçişte herhangi bir değişime uğrayıp uğramadığını gözlemleme fırsatı buldum bu roman aracılığıyla. Romana hakim olan ana tema aşk fakat karakterler arasındaki sosyo ekonomik ve toplumsal statü farklılıklarını, kadınların nasıl davranması gerektiğine dair baskı ve kısıtlamaları da bize hissettirmiş Forster. Kendisi modernizm döneminde yaşamasına rağmen dönemin diğer önemli yazarları Virginia Woolf ve James Joyce gibi bilinç akışı tekniği kullanmamış bu romanında. Bu da kitabı daha kolay okunur yapıyor okurlar açısından. Roman iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde olaylar İtalya’da geçerken ikinci bölümde İngiltere’de geçiyor. İlk bölümde tanıştığımız Lucy Honeychurch, Charlotte Barlett, Mr. Emerson, George Emerson, Arthur Beebe, Cuthbert Eager, Eleanor Lavish, Catherine ve Teresa Alan’a kitabın ikinci bölümünde Cecil Vyse, Mrs. Vyse, Freddy Honeychurch, Sir Harry Otway ve Minnie Beebe ekleniyor. İlk bölümde Pension Bertolini’de tanışan bu karakterlerin bazıları bizzat varlıklarıyla, bazıları da mektupları aracılığıyla hissettiriyor bize kendilerini ikinci bölümde. Yani bir şekilde Pension Bertolini’nin romanın bu büyülü dünyasına attığı demir hiçbir şekilde sökülmüyor.
“Kendine Ait Bir Oda”’yı analiz ettiğim yazımda Virginia Woolf’un Bloomsbury Grubu’yla olan ilişkilerinden bahsetmiştim. Edward Morgan Forster da bu gruba mensup bir yazardı ve benim onunla tanışıklığım modernizm dönemine dair yaptığım araştırmalara ve insan hakları, feminizm, politika, sanat gibi konuların konuşulduğu ve tartışıldığı bu gruba dair edindiğim bilgilere dayanıyor. Bildiğiniz üzere romanda gerçekleşen olayların ne olduğu ve nasıl yaşandığına ek olarak ne zaman ve nerede yaşandığı da önemli. Bu yüzden yazarın hayatı ve yaşadığı toplumun izlerini romanlarına nasıl yansıttığı da bir o kadar önemli. Bir romanı daha iyi anlamak için yazarın hayatına dair de bilgi sahibi olmamız büyük önem arz ettiği için sizlere kısaca Edward Morgan Forster’ın kim olduğundan bahsedeceğim. Edward Morgan Forster 1879-1970 yılları arasında yaşamış İngiliz kısa hikaye ve roman yazarı. Babasını erken yaşta kaybetmesi sebebiyle annesi tarafından yetiştirilmiş ve daha sonraları devlet okulları hakkındaki eleştirilerinin odağı olan Tonbridge’de yatılı eğitim görmüş. Hayata dair yeni bakış açıları kazanmasını sağlayan ve ilgi ve yeteneklerini keşfettiği King’s College’ta eğitimine devam eden Forster’ın Akdeniz kültürüyle ilk karşılaşması da orada olmuş. King’s College’tan mezun olduktan kısa bir süre sonra yazarlığa başlayan Forster’ın romanlarının ana teması da çoğunlukla sınıf farklılıkları ve bu farklılıkların insan ilişkilerini nasıl zorlaştırdığı üzerinedir. Hayatı boyunca altı roman yazmış Forster, hepsi birbirinden değerli ve çoğu yaşamı boyunca Avrupa, Mısır ve Hindistan’a yaptığı ziyaretlerden izler taşıyor. Mesela 1924’te yayınlanan son romanı “A Passage to India” (Hindistan’a Bir Geçit)’ı adından da anlayabileceğimiz üzere Hindistan’a yaptığı ziyaretlerinde yaşadığı tecrübelerini biz okurlara aktarmak amacıyla kaleme almış. Aynı şekilde “A Room with a View” (1908) ’de de olayların zaten İtalya ve İngiltere’de geçtiğinden bahsetmiştim daha önce. Forster’ın diğer romanları da “Where Angels Fear to Tread” (1905), “The Longest Journey” (1907), “Howards End” (1910) ve ölümünden hemen sonra yayınlanan “Maurice” (1971)’tir.
Dönemin yazarlarından oldukça farklıydı Forster, kadınların ve erkeklerin hayal güçlerini diri tutmak için yaşadıkları yerlerle daima temasta kalmaları gerektiğine inanırdı. Belki de bu yüzden “A Room with a View”de Lucy İtalya’nın büyüleyici dünyasından kopup ikinci bölümde yaşadığı Windy Corner’a geri dönüyor. İtalya’ya dair anılarını tekrar beyninde canlandırabilmek, vücudunun en uç noktalarını bile oraya tekrar gitmenin vereceği mutlulukla titretebilmek için. Fakat hep kaçtığı biri var Lucy’nin, George Emerson. Onunla tekrar karşılaşma hissi ve aralarında olup bitenlerin başkaları tarafından öğrenilecek olmasının ona verdiği huzursuzluk beynini o kadar meşgul ediyor ki bir süre sonra artık İtalya’ya dair anılarını da unutmaya başlıyor. Tekrar gitmeli oraya, yeniden tazelemek için hatıralarını. Ki gidiyor da, kitabın en sonunda Pension Bertolini’nin o manzaralı odasından dışarıyı seyrederken buluyoruz onu.
E.M.Forster’ın kitaplarının en önemli parçası anlatıcısı. Karakterlerin hayatlarını, hislerini bize aktaran, varlığını bir şekilde verdiği bilgilerle ve karakterlerin hayatlarına yaptığı müdahalelerle bize hissettiren bir kişi. “A Room with a View”de de anlatıcının aslında olayların seyrini ufacık bir müdahalesiyle nasıl değiştirdiğini ve tüm bunların romana nasıl etkileri olduğunu görüyorsunuz. Kitabı etkisi altına alan en önemli unsurlardan birisi zıtlıklar. Özellikle aydınlık ve karanlığın olaylar ve karakterler üzerindeki yansımalarını görüyoruz bu roman boyunca. Romanın birinci kısmında Lucy’nin aydınlığa doğru yürüyüşünü ve içsel zenginliğini görürken ikinci kısımda karanlık tarafından ele geçirilişini görüyoruz. Kuzeni Charlotte Barlett aracılığıyla da Lucy’nin hayattaki mutlu olabileceği şeyleri elinin tersiyle itmesi durumunda oluşabileceği otuz yıl sonraki halini görüyoruz. Bu aydınlık ve karanlık zıtlaşması sadece karakterlerin ruh durumları veya davranışlarına değil doğanın kendisine de yansımış. Romanın bir kısmında ilk başta güneşli bir hava hakimken bir süre sonra yaklaşan kara bulutların ve fırtınanın hissedilmesi de bu zıtlaşmanın bir örneği. Aslında Forster yaşam ve ölüm arasında geçen o sürede yaşadığımız bütün gelgitlerin, hatta yaşam ve ölümün ta kendisinin doğadaki bu döngüye benzediğini, bu döngülerin bir bütünü oluşturduğunu göstermek istemiş bizlere.
“A Room with a View”’in ayrıca 1985 yapımı bir filmi var. Birçok ödül kazanmış bu filme Lucy rolüyle Helena Bonham Carter, George rolüyle Julian Sands, Charlotte Barlett rolüyle Maggie Smith ve daha birçok oyuncu hayat veriyor. Ben de henüz seyretmedim fakat izlenecekler listeme almış bulunmaktayım. Sizlerin de bir göz atmanızı tavsiye ederim.Yazımı sonuna kadar sabırla okuyan herkese teşekkür ederim. Sevgiyle kalın, sağlıklı kalın.
“We cast a shadow on something wherever we stand, and it is no good moving from place to place to save things; because the shadow always follows. Choose a place where you won’t do harm – yes, choose a place where you won’t do very much harm, and stand in it for all you are worth, facing the sunshine.”