
Herkese merhaba. Virginia Woolf’un en deneysel kitabı kabul edilen, 1931 yılında yayınlanan sıradışı romanı The Waves (Dalgalar)’den bahsedeceğim bu yazımda sizlere. Bu kitap Woolf’un şimdiye kadar okuduğum en iyi kitabıydı diyebilirim. Bilinç akışı tekniğini en yoğun gözlemlediğim, realist ve geleneksel çizgiden uzakta, şiirselliğin büyüleyici dünyasının roman adı altında oyunlaştırıldığı adeta melez bir kitap. Bir olay örgüsü, karakter gelişimi yok bu kitapta, her şey oluruna, hayatın akışına bırakılmış. Hani kendini denizin kollarına bıraktığında dalgalar seni kıyıya taşır ya aynı öyle sona taşıyor kitap seni. Sürüklüyor, sürüklüyor… Ta ki gerçeklik yüzüne bir fiske vurup seni uyandırana, yerin, zamanın ve en önemlisi kendi benliğinin farkına varana kadar.
Kitap bir oyunmuşcasına italik yazılmış 9 tane perde arasıyla her bir bölümü selamlıyor ve tüm bu aralar toplamda bir günü oluşturuyor. Güneşin doğuşundan batışına kadar deniz manzaralı bir ev, kuşların, ağaçların, çiçeklerin kısacası tüm doğanın resmi beynimize kazınıyor. Bolca benzetmeler kullanılan bu aralar karakterlerin hayatlarındaki evreleri keşfetmeden önce bizleri her bir bölüme hazırlıyor. Aynı To the Lighthouse’ taki gibi The Waves’te de bu deniz manzaralı eve, o muazzam betimlemelere Woolf’un çocukluğunu geçirdiği, yazları ziyaret ettikleri St. Ives’in ilham kaynağı olmuş olabileceği ihtimalini de düşünmüyor değilim.
Kitap Bernard, Susan, Rhoda, Neville, Jinny ve Louis adlarında 6 karakterin bireysel monologlarından oluşuyor ve çocukluktan yetişkinliklerine kadar hayatlarını sarıp sarmalayan düşüncelerinden, kendi benliklerini keşfediş süreçlerinden ve birbirleriyle olan ilişkilerinden bahsediyor. Kitapta her ne kadar bireysellik teması öne çıksa ve her karakter birbirlerinden bağımsız varlıklar olarak gözlense de aralarında güçlü bir bağ var. Yaptıkları, yaşadıkları birbirlerini etkiliyor. Hatta Eric Warner’ın dediğine göre bu karakterlerin hepsi aynı dili konuşuyor, kullandıkları kelimeler bile birbirleriyle paralellik gösteriyor. Kitapta hikaye anlatıcı olarak tanıdığımız Bernard bir kişinin benliğinin çevresindeki kişilerle olan ilişkisine göre değişiklik gösterdiğini yani benliğin akışkan olduğunu ve sonuç olarak başka bir kişinin benliğinde birleşebildiğini savunur. Belki de şu sözü bu akışkanlığı ve geçirgenliği en güzel özetleyen sözlerinden biri: “I am not one person; I am many people; I do not althogether know who I am – Jinny, Susan, Neville, Rhoda, or Louis: or how to distinguish my life from theirs.” (p.165) [“Ben tek bir kişi değilim; ben birçok insanım; yine de kim olduğumu – Jinny, Susan, Neville, Rhoda, ya da Louis- ya da kendi yaşamımı onlarınkinden nasıl ayırt edeceğimi bilmiyorum.” (p.236)] Woolf G. L. Dickonson’a yazdığı yazısında da bu altı karakterin aslında tek olduğunu söylemiş, bir nevi bütünselliği keşfetmiştir.
Kitaptaki her bir karakter belli başlı bazı özellikleriyle öne çıkıyor ve Woolf’un bu karakterleri yaratırken arkadaşlarından veya aile üyelerinden ilham aldığı düşünülüyor. Örneğin hikayelerini yaratmak amacıyla çevresindeki kişileri, kullandıkları dili veya davranışlarını gözlemleyen ve hikayelerine entegre edecek kelimeler arayan Bernard’ı yaratırken Woolf’un Bloomsbury Grubu’ndan arkadaşı yazar E. M. Forster’dan ilham aldığı söyleniyor. [E.M.Forster’ın “Manzaralı Bir Oda” kitabına dair incelememi blogumda bulabilirsiniz. Link: https://bit.ly/3eopged] Babasının mesleği ve kullandığı aksan dolayısıyla kendini hep dışlanmış hisseden ve başarısını kanıtlayarak kendine kurtuluş yolu arayan Louis’i, The Waste Land, The Love Song of J. Alfred Prufrock ve Four Quartets şiirleriyle tanınan, yakın arkadaşı T.S. Eliot’tan ilham alarak yarattığı; şair olarak kendini arayan, düzensizliğe ve kaosa tahammül edemeyen, Percival’a olan gizli aşkıyla tanıdığımız ve Percival’in ölümünden en çok etkilenen Neville karakterini yine yakın arkadaşı Lytton Strachey’den ilham alarak yarattığı; güzelliğiyle öne çıkan ve dışa dönük bir karakter olan Jinny’i Mary Hutchinson’dan ilham alarak yarattığı; kırsal alanları, doğayı şehir hayatına tercih eden ve daha geleneksel bir hayat sürdüren Susan’ı kız kardeşi Vanessa Bell’den ilham alarak yarattığı; son olarak da insanlarla bağ kurmaktan kaçınan, onların eleştirilerine maruz kalmaktan korkan, depresyon ve stres gibi sıkıntılarla boğuşup kendi yalnızlığını arayan karakter Rhoda’yı yaratırken kendi hayatından ilham aldığı edebiyat eleştirmenlerinin gözlemlediklerinden.
Kitapta ayrıca kendine ait bir sesi olmayan fakat diğer karakterlerin aracılığıyla hakkında bilgi edindiğimiz, çok genç bir yaşta hayata veda eden erkek kardeşi Thoby Stephen’dan ilham alarak yarattığı Percival adında bir karakter daha var. Percival’ın bu sessizliği, hayaletimsi varlığı bizlerde Percival’ın önemsiz bir karakter olduğu izlenimi bırakabilir fakat aslında karakterler arasında zincir görevi gören, Hindistan’a çalışmaya gittiği sırada attan düşüp 25 yaşında, çok genç bir yaşta aniden ölümüyle karakterleri ölüm gerçekliğiyle yüz yüze bırakan bir karakter Percival.
Ölüm, kitaptaki soyut dünyada gerçekliği olan tek şey belki de. Karakterlere zamanın sonsuz olmadığını, er ya da geç bu dünyadaki varlıklarının sona ereceğini göstermiştir. Bernard’ın deyimiyle “Ölüm bir düşmandır.” Fakat bu gerçekliğe rağmen Rhoda hariç hepsi bir şekilde hayatta tutunacak, hayatı anlamlı kılacak bir şey aramış. Mesela Neville ve Louis sanatına, şiirlere, edebiyata tutunurken Susan bu anlamı doğallıkta bulmuş; Jinny fiziksel varlığıyla, Bernard ise dili, kelimeleri ve hikayeleriyle hayata tutunmuştur. Yalnızlık arayışında olan, insanlardan uzaklaşan Rhoda ise hayatın bu yabancılığında ve boşluğunda kaybolur, intihar ederek kendini sonsuz yalnızlığın kollarına bırakır. Tam olarak nasıl intihar ettiğini bilmesek de Bernard şu cümlesiyle bizlere, çocukluğunda kendine özel bir okyanusu olmasını dileyen Rhoda’nın kendini uçurumdan aşağıya atarak okyanusun sonsuz huzuruna kavuşmuş olabileceğini gösteriyor: “I see far away, quivering like a gold thread, the pillar Rhoda saw, and feel the rush of the wind of her flight when she leapt.” (p. 173) [Uzakta Rhoda’nın gördüğü, altın bir iplik gibi titreyen sütunu görüyorum ve atladığında yol açtığı rüzgarın şiddetini hissediyorum.] (p.246)
Böylesine dili güçlü, şiirselliğiyle büyüleyen, bilincin sınırlarını aşan, bütünselliği keşfeden, özgür, sıradışı, her yönüyle dopdolu bir kitap okuduğum için çok mutlu hissediyorum kendimi. Woolf’un da dediği gibi “Kitaplar ruhun aynasıdır.” ve ben bu kitap sayesinde sadece “bir sürü yaprağı olan, kırmızı, koyu mor, mor gölgeli, gümüşi yapraklarıyla kaskatı” “yedi yönlü bir çiçeği” değil kendi benliğimi de tanıdım, ruhumun derinliklerine inip kendimi sorguladım. Ve hissediyorum ki artık hazırım, hayatı anlamlı kılacak daha fazla şeyi keşfetmeye, dalgalar beni nereye savurursa savursun tüm aklım, bilincim ve benliğimle hissetmeye…
“Alone, I often fall down into nothingness. I must push my foot stealthily lest I should fall off the edge of the world into nothingness. I have to bang my head against some hard door to call myself back to the body.”
Türkçesi: “Bir başıma çoğu kez hiçliğe düşerim. Dünyanın kenarından hiçliğe düşmemek için ayağımı gizlice itmem gerekir. Kendimi bedenime çağırmak için kafamı sert bir kapıya vurmalıyım.”
Woolf, V. (2004). The Waves. Oxford University Press.
Woolf, V. (2017). Dalgalar. Türkiye iş Bankası Kültür Yayınları.