
Herkese merhaba. 20. yüzyılda romanları, şiirleri, kısa hikayeleri, makaleleri ve oyunlarıyla yer etmiş İngiliz yazar ve şair David Herbert Lawrence’ın kısa hikayesi The Virgin and the Gipsy 1 (Bakire ile Çingene)’den bahsedeceğim bu yazımda sizlere. Lawrence’ın 1926 yılında, eşi Frieda ile Florence yakınlarında bir villada yaşadığı süreçte yazdığı fakat ancak 1930 yılında ölümünün ardından yayınlanan bu kısa hikaye bireysellik, cinsellik, din ve toplumsal statü gibi temaları işliyor. Baskıcı bir ortamda ezilmenin ve adeta cam bir fanusa hapsolmuş ve boğuluyormuş gibi hissetmenin nasıl bir duygu olduğunu bize yaşatıyor Lawrence. Daha fazla özgür olmaya, bağımsızlığa uzatılan bu eli tutmak istiyor, karakterleri yaşadığı baskıcı hayattan söküp çıkarmak istiyorsunuz. Oldukça yalın bir anlatımla yazmış bu hikayeyi Lawrence, okurken sıkılmayacağınız, gerçek hayatta da sıkça karşılaşabileceğiniz elementleri hikayesine entegre etmiş. Fakat daha alışılagelmiş bir olay örgüsü yaratmasına, yapısal ve sözdizimsel olarak daha geleneksel olmayı tercih etmesine rağmen işlediği temalar, psikolojik tahlilleri ve felsefik analizleriyle çok daha derin anlamlar yakalayabileceğiniz bir hikaye The Virgin and the Gipsy.
Neredeyse her yazarın edebi düşüncelerine yön veren olguların ve eserlerinde işlemeyi seçtiği temaların kendi hayatlarında tecrübeledikleri iyi veya kötü olayların bir yansıması olduğu su götürmez bir gerçek. Mesela Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway adlı eserinde psikolojik çöküşten geçen I. Dünya Savaşı gazisi Septimus Warren Smith karakterini yaratması aslında bizlere kendi yaşadığı psikolojik çöküntülerin ipuçlarını veriyor. D. H. Lawrence da eserlerinde kendi yaşamından izler bırakan yazarlardan birisi. 1885 yılında Eastwood’un madencilikle geçimini sağlayan bir köyünde, Arthur John Lawrence ve Lydia Beardsall çiftinin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelmiş Lawrence. Madenci bir babası, öğretmen bir annesi varmış fakat annesi ekonomik sıkıntılar yüzünden öğretmenliği bırakıp bir fabrikada çalışmak zorunda kalmış. Annesinin o kibar, sevecen yüzü, babasının da kaba tavırları hayatı boyunca hep takip etmiş onu. Ploleter geçmişi, annesi ve babası arasındaki anlaşmazlıklar romanlarının ana konularını oluşturmuş. Öyle ki 1913’te yayınlanan Sons and Lovers (Oğullar ve Sevgililer) adlı romanında kocasına hizmet eden ve onun taleplerini yerine getiren sözde ideal eş olmaktan vazgeçen, kendisini ve sevgisini oğullarına adayan fedakar bir anneyi işlemiş Lawrence. Annesiyle çok yakın olan Lawrence, Freud’un Oedipus kompleksindeki gibi babasından nefret etmemesine rağmen babasının annesine davranış tarzından nefret etmiş. Fakat yıllar sonra itiraf ettiği üzere de babasından uzak duruşu onun hayat dolu ve bütüncül yapısının değerini bilememesine yol açmış ve bundan ötürü pişmanlık duymuş.
Nottingham Lisesi’ne burs kazanmasıyla birlikte bu maden köyünden ayrılan Lawrence, liseyi bitirmesinin ardından üç ay boyunca katiplik yapmış, 1902-1906 yılları arasında bir okulda öğretmenlik yapmış ve daha sonra Nottingham’da University College’ta iki sene öğrenim görmesinin ardından öğretmenlik sertifikası almaya hak kazanmış. 1909 yılında bazı şiirlerini, 1910 yılında ilk kısa hikayesini ve The White Peacock (Ak Tavus Kuşu) adlı ilk romanını yayınlatan Lawrence, Londra’daki edebiyat eleştirmenleri tarafından övgüler almış. Kısa bir süre sonra annesini kanserden kaybeden Lawrence büyük bir çöküntüye uğramış ve birkaç ay kendine gelememiş. 1908-1912 yılları arasında Croydon’da bir okulda öğretmenlik yapan Lawrence, Nottingham’da bir profesörün Alman karısı Frieda von Richthofen Weekley’e aşık olmuş ve kariyerini bir kenara bırakıp Frieda’yla Almanya’ya gitmiş. 1914 yılında da Frieda’nın eşinden boşanmasının ardından evlenmişler. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından eşiyle birlikte İngiltere’den kaçıp İtalya, Avustralya, Amerika, Meksika ve Fransa gibi birçok ülkeye gönüllü sürgün eden Lawrence, birçok eserini bu süreçte tamamlamış, 1930 yılında Fransa’da hayatını kaybetmiş. Eserlerinde kullandığı müstehcen terimler ve işlediği temalar neticesiyle öldüğü sıralarda ünü pornocu olarak yayılan Lawrence’ın Lady Chatterley’s Lover (Lady Chatterley’in Sevgilisi) adlı romanı da 1959’a kadar Amerika’da, 1960’a kadar İngiltere’de yasaklı olarak kalmış. E. M. Forster’ın “20. yüzyılın en yaratıcı yazarı” olarak nitelendirdiği Lawrence’ın gerçek değeri ve edebiyata sağladığı faydalar maalesef çok sonraları anlaşılmış. Sons and Lovers, The Rainbow (Gökkuşağı), Women in Love (Aşık Kadınlar) gibi romanları, Odour of Chrysanthemums, The Captain’s Doll, The Fox gibi kısa hikayeleri ve 800’ü aşkın şiiriyle Lawrence, okunması ve okurken derinlemesine düşünülmesi gereken çok değerli bir yazar.
Cinsel ayaklanmanın bir örneği olarak da sayabileceğimiz The Virgin and the Gipsy’in ana karakterleri Papplewick’te Anglikan kilisesinde papaz olan Arthur Saywell ve kızları Yvette ve Lucille, kör ve baskıcı karakteriyle “Mater” diye adlandırdıkları büyükanneleri, halaları Cissie, amcaları Fred ve Joe Boswell adında bir çingene. Kitabın Frieda’ya adanmasından da anlayabileceğimiz üzere The Virgin and the Gipsy aslında Frieda’nın eski eşi Ernes Weekly ile ilişkisi üzerine kurulmuş. Kitap Arthur Saywell’in eşi Cinthia’nın genç bir adamla kaçıp gitmesinden, çocuklarını ve eşini terk etmesinden bahsederek başlıyor ve kitabın sonuna kadar bu aşağılık diye nitelendirdikleri ve adını bile anmaktan kaçındıkları kadının varlığını hissediyoruz bir şekilde. Cinthia’nın evi terk etmesinin ardından eve adeta kara bir bulut gibi çöken Mater, evde kendi hükümdarlığını kuruyor. Ev ahalisinin resmen sülük gibi kanını emen Mater, kafese kapatılmış birer kuş gibi Yvette ve Lucille’in özgürlüğünü kısıtlıyor ve onları boğucu bir atmosferde yaşamaya mahkum bırakıyor. Yvette ve Lucille’in yanı sıra Cissie de onun mutlu bir yuva kurmasına mani olan, bakmakla yükümlü olduğu bu yaşlı kadından gizliden gizliye nefret ediyor. Arthur’un üzerinde kurduğu hakimiyetle de onun bir daha evlenmesine mani olan Mater, bu otoriter kişiliğiyle aslında hikayenin en merkezi rollerinden birine sahip. Lawrence’ın Mater’ı bu “çirkin”, “pis” ve “soğuk” olarak nitelendirilen papaz evinin merkezine koyma sebebi aslında o yozlaşmış Hristiyan anlayışını bizlere aktarmak. Hikayede de bahsedildiği üzere bu kokuşmuşluğa sebep olan Mater’ın ta kendisi. Genç, güzel, yeni ve taze olan şeylere kurduğu baskıyla evin havasını kirleten Mater. Zaten belki de bu yüzden, bu kokuşmuş düzeni temizlemek amacıyla hikayenin sonlarına doğru bir sel felaketi sonucunda tüm ev yerle bir oluyor ve Mater hayatını kaybediyor.
Naif ve masum kişiliğiyle Yvette, bağımsız bir hayat sürme, yaşadıkları o sıkıcı evden kaçıp gitme arzusu taşıyor hep. Bonsall Head’e doğru yol alırken bir karavanda karşılaştıkları, şık giyimi ve yakışıklılığıyla onu cezbeden bu çingeneyi istemsizce düşünmeleri, onunla kurmak istediği bir yaşamın nasıl olabileceğini düşlemesi belki de özgür ve bağımsız olma, iplerinden kurtulma arzusundan. Yeni bir macera arıyor Yvette, kendini o sıkıcı evden, Mater’ın baskıcı atmosferinden kurtaracak bir kapı. Bu yakışıklı çingene de onun için yeni bir çıkış kapısı, belki daha güzel bir hayat sürmenin anahtarı. Hikayenin sonuna kadar Yvette’in Joe adındaki bu yakışıklı çingeneyle kaçıp gittiği bir an bekledim hep. Fakat daha sonra düşündüm ki iyi ki de bu sonu tercih etmemiş Lawrence. Hikaye o zaman çok sıradan bir hal alabilirdi, mutlu sonla bilen bir masala dönebilirdi. Bizi düşünmeye sevk etttiği o belirsiz sonla Yvette’in nasıl daha olgun bir hale gelebildiğini, çingeneyle tanışmasından beri nasıl değişimler geçirdiğini daha net gözlemleyebildik. Eğer Lawrence, Yvette ve Joe’nun kaçıp gittiği bir son yaratsaydı insanların kötü özelliklerinin genetik yollarla çocuklarına aktarıldığını düşünen, “….senin kanında var” diyen, başta Arthur karakteri olmak üzere birçok insanı da haklı çıkarmış olacaktı belki de.
Freud ve Nietzsche’in görüşlerinden oldukça etkilenmiş olan Lawrence, cinsel baskılamanın İngiliz toplumunun bozulmasına yol açtığını savunmuş ve ideal bir Hristiyan’ın nasıl davranması, giyinmesi, konuşması gerektiğine dair kısıtlamaları yüzünden Hristiyanlığa büyük eleştirilerde bulunmuş. The Virgin and the Gipsy’de de bu yansımaları apaçık bir şekilde görüyoruz. Örneğin Cinthia’nın genç bir adamla kaçıp gitmesi başlı başına Hristiyanlığa karşı geldiği için Mater başta olmak üzere dindar geçinen bazı kişiler Cinthia’ya ahlaksız ve aşağılık damgaları yapıştırıyor, bu “beyaz kar çiçeği”ne aşık olan Arthur aşkını kalbine gömmek ve hislerini toplumun o meraklı gözlerinden gizlemek zorunda kalıyor. Fakat kalbinde hissettiği bu acıyı Hristiyanlığın gerektirdiği o ideal değerlerden sapmamak adına örterken aynı Cinthia’da olduğu gibi kızlarıyla da ilişkisinin bozulmasına yol açıyor. Özellikle Yvette’in çingeneyi ziyareti sırasında tanıştığı Major Eastwood ve Mrs. Fawcett çiftiyle görüştüğünü öğrenmesi, Arthur’un kızını akıl hastanesine kapatmakla tehdit etmesine neden oluyor. Varlıklı bir mühendisin eşi olan ve Major Eastwood ile kaçan Mrs. Fawcett ona eşi Cinthia’yı hatırlatıyor ve bu çiftin Yvette’in o masum, saf aklına girmesinden, Yvette’in de bir gün annesi gibi onu bırakıp gitmesinden korkuyor.
Çingeneleri hikaye ve romanlarda görmek alıştığımız bir durum aslında. Virginia Woolf’un Orlando’sında veya Jane Austen’in Emma’sında da çingene kültürünü tanıma fırsatı yakalıyoruz. Fakat The Virgin and the Gipsy’deki bu çingene Emma’dakinden çok daha farklı. Evet her ikisinde de çingenelerin birer göçebe hayatı sürdüklerini ve toplum tarafından kötü gözle bakıldıklarını, nefret edildiklerini görüyoruz. Fakat Lawrence’ın yarattığı bu çingene karakteri kibirli bir yapıya sahip. Şık kıyafetler giyiyor ve gizemli bir görünüşü var. Adının Joe Boswell olduğunu hikayenin sonunda öğrendiğimiz bu yakışıklı çingene aslında özgürlüğü ve erkek seksüalitesini, doğru düzgün bir hayat tecrübesi tatmamış Yvette için yeni bir macerayı simgeliyor. Aynı zamanda bir savaş kahramanı olarak bilinen Joe’nun sel felaketi sırasında bir anda karavanıyla belirmesi ve Yvette’i kahramanca kurtarışı da Yeşilçam filmlerini anımsatmadı değil.
Peki neden hikayenin sonuna kadar bu çingenenin adını öğrenemedik? Çünkü İngiliz toplumuna ve birçok topluma göre de çingeneler sosyal statü açısından oldukça düşük konumda ve onların ne kadar değersizleştirildiğini göstermek için ona sadece “çingene” olarak seslenmeyi uygun görmüş Lawrence. Bence kitabın başlığını The Virgin and the Gipsy olarak koyma amacı da madalyonun iki yüzünü bizlere göstermek. Bir yandan sadece cinselliğiyle ve bedeniyle gündeme getirilen ve bekaretinin kendi fikirlerinden ve düşüncelerinden daha önemli olduğu bir kadın modeli (Yvette); diğer yandansa toplum tarafından kültürü, yaşayış biçimi ve sosyal statüsü nedeniyle ezilen ve hor görülen bir erkek modeli (Joe). Fakat Lawrence karakterleri tasvir ediş biçimi ve onların seslerini bizlere duyuruş tarzıyla hem toplumun kadın-erkek rollerine hem de kendisinden farklı olanları değersizleştirmesine tepkide bulunduğu çok güzel bir hikaye yaratmış. Eğer D.H. Lawrence tarzı ve düşünce biçimiyle sizlerin de ilgisini çektiyse, biraz sıradan ama bir o kadar da dopdolu bir hikaye okumak istiyorsanız The Virgin and the Gipsy’i sizlere öneriyorum. Yazımı okuyan herkese teşekkürler. Kendinize iyi bakın, hoşçakalın 😊
“She hated the rectory, and everything it implied. The whole stagnant, sewerage sort of life, where sewerage is never mentioned, but where it seems to smell from the centre to every two legged-inmate, from Granny to the servants, was foul.”
Türkçesi: “Nefret ediyordu. Bütün bu kokuşmuş, lağımlaşmış hayattan, lağım sözcüğünün ağıza alınmadığı ama evdeki bütün iki ayaklı canlıların, Nine’den hizmetkârlara kadar, herkesin buram buram çirkeflik koktuğu bu yaşantıdan.”
Lawrence, D. H. (1999). The Virgin and the Gipsy & Other Stories. Hertfordshire, England: Wordsworth Editions Limited.
1 Kitapla ilgili araştırma yaparken neden kitabın bazı baskılarında “gipsy”, neden bazılarında “gypsy” yazdığı konusunda kafa karışıklığı yaşadım ve öğrendim ki kitabın aslında ilk baskılarında “gipsy” yazarken yeni baskılarında “gypsy” şeklinde yer vermeye başlamışlar. Bu değişikliğe neyin yol açtığını bilmiyorum açıkçası çünkü iki kullanım da aslında doğru. Wordsworth Classics’ten okuduğum kitabın başlığında da “gipsy” yani eski şekliyle yer verildiği için ben de o şekilde bırakmayı tercih ettim, bu da ek bir bilgi olarak aklımızda kalsın.